KitaplıkSayı 23

Yusuf Atılgan’ın “Evdeki” Öyküsünde Yabancılaşma Kavramı

Gül Sema YILMAZ | RİZE Sosyal Bilimler Lisesi, 2023 Mezunu

Bireyin kendine yabancılaşması psikolojik ve felsefi bir kavram olarak kişinin kendi kimliğini, değerlerini ve içsel dünyasını kaybetmesi ya da bunlarla bağını zayıflatması durumu olarak tanımlanabilir. Toplum, bireyin davranışlarını ve düşüncelerini biçimlendiren önemli bir etkendir. Yusuf Atılgan “Evdeki” öyküsünde, bireyin toplumsal baskılarla, kültürel ve ailevi beklentilerle nasıl sıkışıp kaldığını ve bu süreçteki yalnızlaşma ve yabancılaşma deneyimini derinlemesine işler. Bu çalışmada yabancılaşma kavramı Yusuf Atılgan’ın “Evdeki” öyküsü üzerinden ele alınacaktır.

Bireyin kendine yabancılaşması birçok açıdan değerlendirilebilir. “Evdeki” öyküde ana karakterin bulunduğu toplum, mekan ve kültür açısından kendine yabancılaştığı görülmektedir. Atılgan’ın “Evdeki” öyküsü toplumsal cinsiyetin getirdiği kısıtlamalarla yalnızlığı ve yabancılaşmayı seçmiş olan bir kadının öyküsüdür. Öykünün başkarakteri-adı bilinmeyen kadın- bir kasabanın dar sınırları içinde yaşayan, evlilik çağı çoktan geçmiş genç bir kadındır. Annesinin ve kasabalının evlenmesi yönündeki baskılarına rağmen evlenmeyi kabul etmez. Diğerleri gibi olmayı istemediğinden ve sıradan hayatın kendini boğduğuna dair içsel farkındalıktan dolayı evlenmeyi düşünmez. Kadın, toplumun ve ailesinin beklentileriyle yaşadığı çatışmalar sonucu çevresine yabancılaşır. Ailesinin ve kasaba halkının ona biçtiği rol, onun kimliğini bulma sürecini zorlaştırmış olur. Kadının toplumdan kendini soyutlama ihtiyacı, toplumsal normların ve bireysel özgürlüğün çatışmasından doğar. Kasaba halkının dedikodu yaparak zaman geçiren kadınları, kadının gözünde, kendi hayatının karikatürleri gibidir. Onlar gibi olmak, kendi kimliğini yitirmenin, kişisel özgürlüğünü kaybetmenin bir simgesidir. Bu da kadının, hem dış dünyaya hem de kendi iç dünyasına karşı duyduğu yabancılaşmanın başlangıcı olur denilebilir.

Başkarakterin yabancılaşmasını yalnızca çevresel faktörlerle açıklamak yeterli olmayabilir. Asıl önemli olan, ailesiyle olan iletişimsizlik ve bu iletişimsizliğin sonucunda ortaya çıkan yalnızlık hissidir. Annesi, toplumun ve kasabanın normlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Kızı evlenmediği için endişelenir ve ona yönelik baskılarının kaynağında, toplumun beklediği geleneksel kadının rolü vardır. Ancak başkarakter kadın, bu evlilik baskılarının ötesinde, farklı olma isteğini taşımasına rağmen annesiyle de bir bağ kuramaz. Annesinin beklentileri, kadının içsel dünyasıyla bir çelişki halindedir ve bu çelişki, kadının hem ailesine hem de çevresine yabancılaşmasını daha da derinleştirmiş olur. Babası, kadının hayatında hiç yer tutmamıştır. Onun kaybı, kadının kimlik arayışında büyük bir boşluk yaratırken, bu boşluk bir anlamda bir yabancılaşma duygusuna dönüşür. Babasız yaşamanın boşluğunu dayısıyla doldurmaya çalışır. Dayısı onun için hem bir baba rolünde hem de kültürel bir öğretmen rolündedir. Kasabalının aksine eğitim almış olan dayısı kadına kitaplar ve başka bir dünya sunar. Dayısının getirdiği kitaplar ve öğretisi, kadının bir anlamda kasaba halkından ve onların yaşam biçiminden yabancılaşmasını sağlar. Ancak bu yabancılaşma, onu hem kasabadan hem de kendisinden uzaklaştırır. Dayısının ölümünden sonra, kasabalının ve annesinin baskılarına karşı kendini daha bir yalnız ve dışlanmış hisseder. Kültürel bir bağlantı olarak dayısının kaybı, kadının yalnızlık ve yabancılaşma duygularını pekiştirir.

Öykünün bir diğer önemli unsuru kalaslardır. On yıl boyunca arsada duran kalaslar, kadının içsel dünyasındaki birikmiş yalnızlığı ve hapsolmuşluk duygusunu simgeler. Kalasların, kadının dayısının ölümüne denk gelen dönemde yerleştirilmesi, kadının yalnızlaşmasının ve çevresine yabancılaşmasının sembolüdür. Kalaslar, aynı zamanda kasabanın dar yapısını ve kadının kasabaya ait hissedememe durumunu da simgeler. Kasaba halkının gündelik yaşamını, dedikodularını, sıradanlıklarını görmek, kadının daha da içe kapanmaya ve kendisini kasabadan yabancılaştırmaya iter. Kalasların kaldırılması, aslında bir değişimin, bir başkaldırının başlangıcı gibi görünse de, öyküde herhangi bir somut başkaldırı yaşanmaz. Kadın, kasaba halkının dedikodularından korktuğu için, kendi kimliğini bir türlü ortaya koyamaz. Kasaba halkının arasında kaybolmuş ve onların bir parçası olmak, onun için en büyük korkulardan biri olmuştur. Kadının, kasabanın dar dünyasından kaçmak istemesi, ancak başka bir dünyaya ait olamaması, yabancılaşmanın hem dışsal hem de içsel bir yansımasıdır. “Neden bu daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi?” sorusu, kadının içinde bulunduğu durumu ve kendi kimliğine dair duyduğu derin belirsizliği yansıtır. Bu soru, onun sadece kasabadan değil, aynı zamanda kendisinden ve dünyadan yabancılaşma deneyimini de simgeler.

Yusuf Atılgan’ın “Evdeki” öyküsünde, yabancılaşma teması, kadının çevresiyle, ailesiyle ve hatta kendi kimliğiyle olan ilişkilerinde derinleşen bir duygusal boşluk olarak görülür. Kadın, kasabanın baskıcı yapısından, ailesinin beklentilerinden ve toplumsal normlardan kaçarken, bir yandan da yalnızlık ve korku içinde sıkışıp kalır. Yabancılaşma, yalnızca kadının dış dünyaya duyduğu bir yabancılaşma değil, aynı zamanda kendi iç dünyasına, kimliğine ve özgürlüğüne duyduğu bir yabancılaşmadır. Öyküdeki semboller-kalaslar, dayısının kaybı, kasabanın dar yapısı- bu yabancılaşmanın izlerini taşır. Kadın, bir yandan ‘öteki’ olma isteği taşırken, diğer yandan bu yabancılaşmanın getirdiği yalnızlıkla yüzleşmek zorunda kalır. Yabancılaşma, kasabanın dar sınırları içinde sıkışan, kendi kimliğini bulamayan bir kadının içsel bir çatışmasında en derin izleri bırakır.

Kaynakça:
Atılgan, Yusuf, Bütün Öyküleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008
Ankay, N. 2021. “Yusuf Atılgan Öykülerinde Yabancılaşma”. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü DergisiJournal of Turkish Researches Institute. 71, (Mayıs- May 2021). 241-255

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu