
1996 yılı Kasım ayının 21’i Perşembe günüydü. Bazıları için belki sıradan bir gündü; fakat benim için değildi. Çünkü o gün, pansiyonda nöbetçi idim. Pansiyon nöbetleri okul nöbetlerine hiç benzemiyordu. Her şeyden önce o gece uykusuz kalacak, bir sonraki gün derslere uykusuz girecek ve uykusuz olduğunuzu da öğrencilere belli etmemeye, performansınızı düşürmemeye özel bir gayret gösterecektiniz. Gece karşılaşacağınız sürprizler de cabası. Hastaneye yetiştirilmesi gereken acil vakalar, gecenin ikisinde çorba içmeye giden veya çorba içmekten gelen çorbacıları yakalamak için o gece ya uykusuz kalacaksınız ya da kafayı vurup yatacaksınız, “giden gider, gelen gelir” diyeceksiniz. Benim için kafayı vurup yatmak, hatta uyumak daha zordu çünkü gözüme uyku girmiyordu. Bunu daha önce denediğim için biliyordum, bu öğrenciler bize velilerin bir emaneti idi. “Ya gece, başına telafisi mümkün olmayan bir olay gelse; emanete ihanet olmaz mıydı?” gibi düşünceler uyutmuyordu bir türlü beni. Hem benim nöbetçi olmamın anlamına da ters düşüyordu horul horul uyumak.
Acemi bir nöbetçi olmadığım için sürprizleri, çorbacıları zaten biliyordum. Hatta arabamın benzinini, ilk yardım çantasını kontrol edip öyle gidiyordum nöbetlerime. 21.11.1996 Perşembe günü de bütün hazırlıklarımı yaptım, cebimdeki paranın yarısıyla da benzin almıştım.
Nöbeti benden önceki nöbetçi arkadaşım Murat Bey’den vukuatsız devraldım. Her şey normal gidiyordu. Öğrencilerin yemeklerini yedirdim ve akşam etüdüne aldım. Öğrencilerimizin bazıları TÜBİTAK sınavlarına seçildikleri için onları tatlı bir heyecan sarmıştı. O günkü nöbetçi öğretmenin branşından faydalanmak isteyen uyanık ve akıllı öğrenciler de vardı. Pınar ile Gökçe, kimyadan seçildikleri için bu fırsatı değerlendirmek üzere yanıma gelerek “Biz etüde girmesek siz bizi öğretmenler odasında kimya çalıştırsanız hem size soracağımız sorular da birikti.” dediler.
Öğrenciler haklıydı. Ayrıca TÜBİTAK çalışmak için onların da ekstra zamanları yoktu, onlar için bir fırsattı. Kafalarına takılan sorular için bir Kimya’cı bulmuşlardı. Belki de bu fırsatı haftalarca beklemişlerdi, onları kırmamak için nazikçe “Etütten sonra sizinle çalışırız, şimdi sizinle ilgilenirsem diğer sınıflarda gürültü olur, diğer öğrenciler ders çalışamazlar.” dedim. Onlar da anlayışla karşıladılar. Saat 22.30’da etütler bitti. Saat 23.00’da öğrencilerin yatması gerekiyor fakat hiç kimse yatmak istemiyordu. Saat 24.00 hatta 01.00’a kadar çalışmak isteyen öğrencilerin de heveslerini kırmak istemiyordum.
Pınar’la Gökçe hiç de yenilir yutulur cinsten olmadığını iyi bildiğim sorularla yanıma geldiler. Günün yorgunluğuna rağmen onlara faydalı olmam gerekiyordu. Tabii yorgunluk onlar için mazeret değildi, harıl harıl soru çözüyorduk, kendimizi sorulara iyice kaptırmıştık. Birden nöbetçi bayan öğretmen “Lokman Bey, öğrencinin üstüne kaynar su döküldü, hemen hastaneye yetiştirmemiz gerekiyor.” dedi. Acı, biraz da frekansı yüksek bir sesle irkildik. “Kim?” diye sormaya gerek yoktu. “Nerede?” dedim. “Yukarıdan aşağıya iniyor, siz arabayı çalıştırın, durumu çok kötü.” dedi.
Ben hemen anahtarları aldım, arabaya fırladım, arabayı çalıştırdım. Sema Arca isimli öğrenci, iki kişinin omuzlarında feryatlar içinde merdivenlerden iniyordu. Dersine girmiyordum fakat tanıyordum. Yatılı okul olduğu için herkes birbirini tanıyordu. Sema, arkadaşlarının yardımıyla arabaya bindirildi. “Nasıl oldu? Niçin oldu? Kızım dikkat etseydin, gecenin bu saatinde sıcak suyla işin neydi?” gibi soruların ne yeri ne zamanıydı. Böyle düşünüyor, bir taraftan da hızlı fakat dikkatli hastaneye doğru yol alıyorduk. Sema’nın feryatları yüreğimi parçalıyordu. Sağ salim hastaneye vardık, Sema’yı Acil Servis’e aldılar.
Nöbetçi doktor bey bana bir reçete uzatarak “Hemen şu ilaçların alınması gerekiyor.” dedi. Feryatların dayanılmazlığından olsa gerek; hemen dışarı fırladım. Hastanenin karşısındaki eczanelerden birinin nöbetçi olabileceğini düşündüm fakat hiçbiri açık değildi. Birisinin vitrininden nöbetçi eczanenin adresini aldım. Zamanım yoktu, arabaya atladım, nöbetçi eczaneyi buldum. İlaçları verdiler; fakat “Biz Fen Lisesi ile anlaşmalı değiliz, parasını peşin ödemelisiniz.” dediler. “Ne kadar?” dedim. “…TL.” deyince eyvah! Cebimde o kadar para yoktu. Belki öbür nöbetçi eczane Fen Lisesi ile anlaşmalı idi; fakat benim o eczaneyi arayıp bulacak kadar zamanım yoktu. Sema’nın feryatları kulaklarımda çınlıyordu.
Ne yapıp ne edip bu eczaneden bu ilaçları almalıydım. Kimliğimi bırakıp yarın borcumu ödedikten sonra kimliğimi almayı teklif ettim, eczacı önce kabul etmek istemedi; fakat benim güvenilir biri olduğuma kanaat getirmiş olmalı ki kabul etti. Kimliğimi bıraktım, ilaçları hastaneye yetiştirdim. Sema’nın tedavisi yapılırken aklımdan nöbet yönetmeliği geçiyordu.
Yönetmelikteki maddeye göre, nöbetçi öğretmen nöbet yerini terk edemezdi. Acil durumlarda ne yapardı? Hastaneye telefon eder, ambulans gelir, götürürdü. (Tabii hastanenin telefonları hep meşgul değilse ve ambulans müsaitse.) Ambulans geç gelirse? O, nöbetçi öğretmenin problemi değildi. Öğretmen telefon etti mi görevi bitmişti. Şeytan aklıma başka sorular getirdi: “Nöbetçi öğretmenin özel arabası olmalı mıydı? Bu, yönetmeliğin kaçıncı maddesiydi?”
Vicdanımın derinliklerinden gelen bir ses, bütün bunların herkesin bildiği yazılı yönetmelik maddeleri olduğunu söylüyordu. Bir de vicdanlardaki yönetmelik maddeleri vardı. Bu memleketin ekmeğini yemiş, suyunu içmiş, havasını teneffüs etmiş, üstelik bir de yüksek tahsil yapmış insanlar tabii ki yazılı yönetmeliklerin yetişemediği yerde vicdanlardaki yönetmelik maddelerini uygulamaya koyacaklardı.
Vicdanımın derinliklerinden gelen bu ses, yaptığım işin hiç de fedakârlık falan olmadığını, bal gibi görevim olduğunu fısıldıyordu. Hem ülkemin ücra köşelerinde benim meslektaşlarım kim bilir ne türlü olaylarla karşılaşıyorlar ve vicdanlarındaki yönetmelikleri uyguluyorlardı.
Ben inanıyorum ki sayıları yüz binleri aşıp milyonu bulmuş irfan ordusunun her mensubu sadece yazılı yönetmelik maddelerini değil, vicdanlarındaki yönetmelik maddelerini de uyguluyorlar. Ellerinden öperim öğretmenim…