
Yazmasam deli olacaktım, der Sait Faik Abasıyanık. Hayatı boyunca yazmaya hep ihtiyaç duymuş, ne zaman yüreğinden insan sevgisi taşsa kendini sokaklara atmış, hikâyelerinin kahramanlarıyla tanışmış ve bizi onlarla tanıştırmıştır. Kadınlar, erkekler, hayvanlar, sokaklar, denizler, dağlar… Her biri birer kahramanı olmuş öykülerinin. Öykülerini ne zaman okusam insan olmanın ne demek olduğunu, unuttuğumuz sevgi kavramını yeniden hissedebiliyorum iliklerimde. Kendime Sait Faik’i bana bu denli sevdiren sebebin ne olduğunu sorduğumda hiç şüphesiz unuttuğum, özlediğim ve bilmediğim dediğim şeyleri öykülerinde bulabildiğim için seviyorum diyebilirim. Geçenlerde okumuş olduğum bir öyküsü üzerine yazmak için oturmuştum masaya. Lakin Sait Faik’i ne kadar sevdiğimi söylemeden edemedim doğrusu.
Kendi açımdan önemli bulduğum bir hikâyesi olan Lüzumsuz Adam öyküsünden bahsetmek istiyorum. ‘Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum.’ sözleriyle başlıyor hikâye. Adeta ilk satırlarda yabancılaşmayı, yalnızlığı hissettiriyor okura yazar. Lüzumsuz Adam diye kendinden bahseden Mansur Bey’in yabancılaşma olgusunu ne kadar garipsediğine tanık oluyoruz hikâyede. Mansur Bey, yedi yıldır mahallesinden dışarı adım atmayan, mahallesinin her bir sokağını ezberlediği, dükkânının kirasıyla hayatını idame ettiren yalnız bir karakter olarak karşımıza çıkar. Yıllarca mahallesinden dışarı çıkmaya cesaret edemeyen Mansur Bey, mahallesini kendine bir nevi sığınak olarak görmüştür. Bu yabancılaşma ve yalnızlaşması durumu hikâyede kentleşme, kapitalist düzenin yaygınlaşması ve yavaş yavaş mahalle kültürünün zayıflaması üzerinden anlatılır. Hikâyenin geçtiği dönem, 1948’li yıllarının Türkiye adına ciddi gelişmelerin yaşandığı dönemdir. İkinci Dünya Savaşı geride bırakılmış ve Türkiye’de sanayileşme adına ciddi politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Sanayileşmeyle beraber toplum göç, kentleşme, bireyselleşme gibi kavramlarla tanışmıştır. Köyden kente göç oranının artışı birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Farklı yaşayış tarzına sahip olan insanların tek bir çerçevede toplanması birçok insanı toplumdan soyutlamaya itmiş, kentsel yaşama ayak uyduramayan insanlarda kimlik bunalımı sorunu ortaya çıkmıştır. Mansur Bey karakteriyle Sait Faik şehir hayatından ürken insanların git gide nasıl yalnızlaştıklarını anlatmıştır. Yedi yıldır mahallesinden çıkmayan Mansur Bey, mahalle dışındaki insanlar için tramvay yolu insanları ifadesini kullanır. Tramvay yolu insanı onun için güvensiz, tekinsiz ve yabancıdır. Hatta şöyle söyler: “Yedi yıldır bu sokaktan gayri İstanbul şehrinde bir yere gitmedim. Ürküyorum. Sanki döveceklermiş, linç edeceklermiş,- paramı alacaklarmış ne bileyim bir şeyler işte- gibime geliyor da şaşırıyorum.” Hikâyenin sonlarına doğru Mansur Bey mahalleden dışarı adım atmaya karar verir. Şehir hayatından bir yandan ürkerken öbür yandan da şehrin değişen mimarisi hoşuna gider. Unkapanı’ndan Saraçhane’ye kadar yürür. Saraçhane’den geçerken eskiden hamam olan bir yerin yıkıldığını fark eder. Hamama gitme ihtiyacı duyar. Çünkü kendini pis hisseder. Belki de şehrin kendisini kirlettiği düşünmüştür. Eve dönerken yedi yıl daha mahalleden dışarı adım atmamaya karar verir. Fakat iki günlük şehir hayatı başını döndürmüştür. Dairesini satıp gazino açma hayallerine kapılır. Ardından kendini denizin içine bırakıp ölmeyi düşünür. Bu hayal, Mansur Bey’in ruh haliyle kişiliğini yansıtır.
“Lüzumsuz Adam” öyküsünü okurken Mansur Bey’in yabancılaşma ve yalnızlaşma içinde olduğuna tanık olurken aynı zamanda kendi yabancılaşmamızı ve yalnızlığımızı da hissediyoruz. Her ne kadar hikâye olumsuz durumlardan bahsetse de hikâyeyi okurken okur olarak umutsuzluğa kapılmıyoruz hatta daha bir umutla çıkıyoruz hikâyenin içinden. Bu durum Sait Faik’in dili ne kadar ustaca kullandığını gösterir. Her hikâyesinde olduğu gibi her zaman yoksulların, ezilenlerin, sesi duyulmayanların, kaybolanların sesi olmuştur Sait Faik Abasıyanık. Umudumuzu yitirmemek dileğiyle…