
Semineri veren tanınmış akademisyen: Ben ortalama bir Anadolu insanı olarak Batı medeniyetine karşıt olarak büyüdüm. Ama 1970’lerin sonunda İngiltere’ye gittiğimde Londra metrosuna bindiğimde ve o büyük binaları gördüğümde medeniyetin aslında ne müthiş bir şey olduğunu ve karşı olmanın anlamsızlığını anladım, dedi. Konuşmanın sonuna kadar onu sabırla dinleyip, şu soruyu sordum: Bütün çocuklarımıza İstiklal Marşı’nda “medeniyetin tek dişi kalmış canavar” olduğunu, M. Akif Ersoy’un ifadeleriyle “kahpe”, “yüzsüz” ve “maskara mahlûk” olduğunu ve “maskeli” olduğunu yani arka tarafında sakladıkları olduğunu öğretiyoruz. En azından bir var olma savaşını bu söylemlerle kazandık. Sonra, Savaş bitince tuttuk yerin dibine soktuğumuz Batı medeniyetinin üzerine çıkmamız gerektiğini ilke olarak belirledik ve nesillerimize bunu hedef gösterdik. Evet, adamlar 1863 yılında Londra metrosunu yaptılar. Ama o metronun yapımı sırasında ölen Afrikalı köleleri bu medeniyetin neresine koyacaksınız? Veya şöyle söyleyeyim. Siz Londra’daki en yüksek binanın çatısına çıksaydınız çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmış olur muydunuz?
Medeniyet kavramı bizim coğrafyada yüz elli yıldır tartışılıyor. Medeniyet, uygarlık ve kültür kavramları üzerinde fikir birliğine varılmış değil. Medeniyeti bilim, teknik, teknoloji ve inşa olarak anlayanlar oldu. Yukarıdaki hocamızın da maalesef böyle anladığını düşünüyorum. Yollar, arabalar, binalar, uçaklar, elektrik vb. medeniyet mi? Avrupa medeniyetine karşıtlığını her zeminde paylaşan M. Akif Ersoy bile Avrupa’nın bilimini tekniğini alalım diyerek aslında o da bunların üstünlük ve medenilik vasıfları olduğunu düşünmüştür. Bazıları da medeniyetin bölünemeyeceğini bir bütün olarak alınması gerektiğini söylemişler ve bunu da gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Şarkılarımızla, türkülerimizle, giyinmemizle, konuşmamızla olduğu gibi Avrupa’yı taklidin bizi medeni yapacağı görüşü Cumhuriyet kuşağının bazı aydınlarında yaygındı. Namık Kemal yerlilikten yana görülmekle birlikte zihnen Avrupalıydı. Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Garplılaşmak, derken bunun olabilirliğinin izahını yapamamıştır. Zira Batı medeniyeti kapalı, hegemonik, başka medeniyetlere imkân tanımayan ve eriten bir yapıya sahiptir. Yani Garplılaştığın anda geriye bir şeyin kalmayacağı ortadadır. Osmanlı çoğulcu hukuk ve kültür anlayışındayken Avrupa’nın tekli hukuk ve kültür temelli olduğunu bilmeyen yoktur. Kendi hukukunu ve kültürel temellerini koruyamayan yapının Garplılaşmanın neresinde olacağı açıktır.
Medeniyetin ne olduğunu, kavramsal tanımını Avrupalı düşünürlerden almak başlı başına bir yanlıştı. Çünkü bizde bunu çok iyi ortaya koyan düşünürlerimiz olmuştur. İbni Haldun, Farabi medeniyetin bilim ve teknik, teknoloji ve bina inşası olmadığını, aslında anlaşılması gerekenin insanın tekâmülü, olgunlaşması olduğunu izah etmektedirler. Binaların yerin altında veya üstünde olmaları, çok katlı veya az katlı olmalarının ne önemi olabilir. Önemli olanın o binaların içindeki insanların durumudur. Sokakların ışıklarla aydınlatılması değil, o sokaklarda hırsızların, yankesicilerin, sarhoş ve fahişelerin olmamasıdır. Medeniyet lokanta zincirleri, yemek, içmek çılgınlığı değil, komşusu açken tok kalanın bizden olamama halidir. Medeniyet önce misyonerlik çalışmalarıyla dini, sonra da bilimsel misyonerlikle seküleri dayatarak kendine benzetme ve kendin gibi değilse barbar ilan edip yok etme olabilir mi. İlim ve irfanın değil sömürülen köleleştirilen insanların alın teri ve kanı üzerine inşa edilmiş bir anlayışın medeniyet olarak kabulü mümkün değildir.
İlk yerleşik hayata geçen Uygurlardan yola çıkarak medeniyetin yerine ikame edilen uygarlık kavramı bana göre kavram kargaşamızı da çözebilecektir. Medeni denilen toplumlarla medeniyet kavramını uyuşturmamızın mümkün olmadığı ortada ise Avrupa’nın ve günümüz dünyasının içinde bulunduğu bu maddi gelişmişlik düzeyine bir isim vermek icap ediyor. O halde bu durum bir uygarlık durumudur. Yani günümüz dünyasında bir medeniyet kavramı bir de uygarlık kavramı vardır. Bir tarafta maddenin inşası vardır. Bir tarafta insanın inşası vardır. Bir tarafta kent vardır. Bir tarafta şehir vardır. Bir tarafta alabildiğine sekülerizm, hedonizm, ideoloji ve dincilik vardır. Bir tarafta dindarlık ve diğerkâmlık vardır. Bir tarafta kanun gücü, polis gücü, asker gücü, silah gücü, bir tarafta hak ve hukuk kavramı ve daireyi adalet felsefesi vardır. Bir tarafta bireye, bireysel olana, diğer tarafta Bir olana tapınma vardır. Bir tarafta yaratılmış olana, taşa toprağa canlıya cansıza saygı, diğer tarafta bütün varlığı zaptı rab altına alarak boyun eğdirmek vardır. İşte uygarlıkla medeniyet anlayışları arasında bu kadar fark vardır. Ve asla aynı olmazlar. Uygar toplumda, insanlar çevreye ve kendilerine saygı göstermezler, yemelerine içmelerine dikkat etmezler, yerler yerler obeziteyi patlatırlar, teknolojiyi ve çevreyi bitkileri doğal fıtratlarından uzaklaştırarak kullanırlar dolayısıyla hastalıklar yakalarını bırakmaz. Bu sebeple uygar toplumların en önemli binaları hastanelerdir ve önemli insanları doktorlardır. Suç artmıştır, birbirlerine saygıları yoktur bu sebeple adliye sarayları ve hukukçular önemli insanlardır. Yargı sistemleri sürekli tartışma alanıdır. Medeni toplumlarda ise insanlar dingindir. Başkalarının haklarına saygı gösterirler. Küfretmezler. Burada kütüphaneler, gerçek anlamda ibadethaneler önemli mekânlardır. Tabi öğretmenler, bilenler, âlimler ve abitler de önem verilen insanlardır.
Sonuç
Modernlik ve uygarlık insanlığın mustarip olduğu hastalıktır. Çaresi medeniyettir. Dünyamızda çok değişik uygarlıklar ve medeniyetler olmuştur. Avrupa uygarlığı insanlığın medeniyet olarak nihai noktası olmadığı gibi uygarlık olarak da son nokta değildir. Medeniyetler bugün Avrupa’nın bize yutturduğu gibi çizgisel ve evrimsel değildir. İbni Haldun’un ifadesiyle döngüseldir. Yani İnsanlığın ilk başarından itibaren bir toplumdan diğer topluma geçer. O halde yeni ve açık bir medeniyet tasavvuru ile yola çıkmak gerekir. Medeniyet tekrar bize dönmeli. Bu açık bir medeniyet olmalı Osmanlı millet sistemi gibi çoğulcu ve adil bir anlayışla harmanlamalıdır. İnsan insan ve insan madde ilişkileri yeniden ortaya konmalı ve bunlarda hikmetle yoğrulmalıdır. Yani bizi kurtaracak olan eskinin yeni olarak alınması değil, belki bir Rönesans gibi üzerine koyarak alma veya yeniden tanımlayarak yapma olmalıdır. Bu yeni bir toplum mühendisliği, yeni bir ulus yaratma değil, bir zihin inşası ve kökünde var olanı bilme, tanıma ve alma şeklinde ortaya çıkmalıdır.