
–Mehmet Bey oğlum! Mehmet Bey oğlum! Hay Allah, ne zamandır burada uyuyor acaba?
Uyandığımda Fatma abla başımda dikilmiş, bir yandan yerdeki mürekkep lekesini siliyor bir yandan da benimle konuşuyordu:
–Müdür Beyler çıkalı iki saat kadar oldu. Bu son günlerde yapılan mesailer seni epey yormuş belli ki. Ay, sen açsındır da şimdi… Aç mısın Mehmet Bey oğlum?
Elindeki paspası masama dayadı. Gevşeyen tülbendini çamaşır suyundan kızarmış tombik elleriyle sıktı ve telaşlı gözlerini bana dikti. “Evet, açım.” diyebildim sadece. Keşke demeseydim. Zaten tüm gün yemekti, temizlikti, çaydı derken gıkı çıkmadan her işe koşturuyor. Şimdi bir de bana yemek hazırlamakla uğraşacak. Paspası ile kovasını aldığı gibi koştura koştura merdivenlerden çıktı. Daha yeni piştiği belli olan tarhananın kokusu taa üst kattan duyuluyordu. Ben de dosyaları rafa kaldırıp aşağı indim. Masaya oturdum, ceketimin kollarını sıvadım.
Büyükçe bir kâseye doldurduğu çorbayı önüme koydu. Mis gibi kokuyordu. Tadını çıkara çıkara, sindire sindire höpürdeterek içtim. Öyle de güzel yapmıştı ki… Annemin elleri, Fatma ablanınki sanki. Bence çok kısa ama görece çok uzun bir zamanda bitirdim çorbayı. Bir güzel de sıyırdım kalanını. Annemi anımsadım, duraksadım. Tarhana, ana çorbasıydı benim için. Kimin için değil ki? Dar hanelerin baş tacı, anaların o muhlis ellerinin şifası, kış günlerinin kurtarıcısı: tarhana çorbası. Fark etmiş olacak ki… “Ne oldu Bey oğlum, neden daldın uzaklara?” dedi. Annem Fatma abla, çorbanın kokusu onu getirdi bana. Ben de senin annen sayılırım Bey oğlum, diyerek sırtımı sıvazladı ve boş kâseyi almak için uzandı Fatma ablanın eli. O sırada dirseğine kadar sıvadığı kollarına takıldı gözüm. Kızarıklıklar ve morluklar ile dolu bu kollara hayretle baktım. O da baktığımı fark etmiş olacak ki büyük bir mahcubiyetle indiriverdi önlüğünün kollarını. Yüzüne baktım. Sağ gözü kanlanmış, altı da morarmıştı. Bu kadar morluk basit bir darbe sonucu oluşmuş olamazdı. Ne olduğunu anlamıştım. Göz göze geldik. O da benim anladığımı anlamış olacak ki birden kaçırıverdi gözlerini. Ne desem bilemedim. Kekeleyerek başladım konuşmaya:
–Ko… Kollarına n’oldu Fatma abla?
–Mühim bir şey yok! İş kazası Bey oğlum…
–Peki ya gözündeki morluk? O da mı kaza?
– …
Bakışlarını yere indirdi. Korkuyla titremeye başlayan ellerini -ben fark etmeyeyim diye- arkasına sakladı. Kendimi o kadar kötü hissettim ki… Bu zamana kadar nasıl fark edememiştim? Koskoca devlet dairesinde o işten bu işe koşan, herkesin her derdine derman olan, her birimize adeta analık eden bu kadının bir derdi olduğunu bu güne kadar hiç kimse mi fark etmemişti? Fark ettim işte! Peki, şimdi ne yapacaktım? Ya da ne yapmalıydım? Bu derin sessizliği masanın gevşek çivisine takılıp “Caaaaart!” diye yırtılan ceketim bozdu.
–Ver oğlum, ben dikerim.
Ceketimi çıkarırken söze girdim:
–Şikâyetçi olmayı düşündün mü abla?
Bir süre sustu. Sonra titrek bir sesle:
–Yok, Bey oğlum, ne şikâyeti? Laf olur, el âlem ne der? Olan yine bana olur. Gözleri domur domur yaşla doldu. Hemen başını yere çevirdi. Birden çaresiz tavrının yerini sıcacık gülümsemesi aldı:
–Hem… Karı-koca arasında olur böyle şeyler. Düzeliriz biz, sen hiç tasa etme.
Mutlu ve huzurlu değil, yalandan bir gülümsemeydi. Altındaki derin korku ve yalnızlığı gizleyen bir maskeydi sadece. Söylediklerine kendisinin de inanmadığı belliydi. Ceketimi aldı ve “Halleder, sandalyene asarım.” deyip aceleyle yemekhaneden çıktı.
Ertesi sabah, yine bir yığın dosya ve evrak masamda beni bekliyordu. Tabi söküğü dikilmiş ceketim de… Öğle paydosuna kadar soluksuz çalıştım. Bir yandan çalıştım bir yandan Fatma ablayı düşündüm. Sabahtan beri ortalıkta yoktu. Öğle paydosunda teşekkür etmek için yemekhaneye indim hemen. Yemeklerin başında Fatma abla değil, genç bir kız vardı.
–Fatma Hanım izinli mi, bir bilginiz var mı?
Kız, büyük bir soğukkanlılıkla:
–Benden önceki çalışan mı? Dün gece vefat etmiş. Eşi bıçaklamış galiba.
Hemen arkamdan da müdür geldi:
–Ne yemek var kızım?
–Tarhana çorbası!