
Aristoteles’ten Farabi’ye, Kant’tan Fromm’a kadar filozofların ve psikologların ortak konusu olan mutluluk, günümüzde de ele alınmaya devam etmektedir. Felsefi akımlardan psikoloji ekollerine kadar en ince ayrıntılarına ulaşana dek incelenen bu kavram, her bireyin arayıp ulaşmak istediği ve hayatlarına bu duyguya ulaşabilme yolunda şekil vermeye çalıştığı bir kavramdır. Psikolojide ilk zamanlar insanı neyin mutsuz ettiği konusu üzerinde durulurken günümüzde ise bireyin mutlu olması için çeşit çeşit yöntemler ve mutluluk arayışı daha çok ele alınmaktadır. Bence eskiden insanlar mutsuzluklarının farkına varabildiği bir mutluluğa sahip olmasından dolayı mutsuz eden kavramlar araştırılırken günümüzde ise insanların mutsuzluğu benimseyip mutluluğu kaybetmelerinin, daha doğrusu mutluluğu maddeleştirip onu kendilerine uzaklaştırmalarından kaynaklanan bir “mutluluk özlemi” sebebiyle mutluluğa ulaşmanın yolları araştırılıyor. Belki de sadece mutluluk kavramının özünü bilirse insan aradığı cevaba ulaşabilir. Bir şeye (duyguya) özlem, onun özünü bilmekten geçmez mi? Neticede özlemek, özünü hatırlamak değil miydi?
Mustafa Ulusoy, “Modern Çağ kendini mutlu etme putudur.” ifadesini kullanıyor ve ekliyor: Mutluluğun formülü, nesnelere sahip olmak olarak sunulur. “Daha iyi bir yaşamı, daha yeni ve gelişmiş şeyleri hak ediyorsun.” tuzağı kurulur. Mutluluk putuna sahip birisi için bu sorgulanmaz bile.
Mutlu olma gereğinin telkin edilmesi, kişinin sürekli beklenti hali içerisinde yaşayan ve mutlu olmak için sürekli çabalayan bir varlığa dönüşmesine neden olmakta ve bu çaba istemeden de olsa yeni nesneler alarak ulaşılmaya çalışıldığı için ortada bir alışveriş çılgınlığı oluşturmak durumundadır. “Tüketim Toplumu” kavramını ortaya atan Baudrillard’ın sahte ihtiyaçlar ile gerçek ihtiyaçlar arasındaki ayrımın ortadan kalktığı fikrini, bazı aldığımız eşyaları beğendim aldım yahut hoşuma gitti gibi ifadelerle sık sık gerekçelendirerek davranışlarımızla tasdik ediyoruz. Aklımıza takılan asıl sorulardan bazıları: Mutlu mu olunur? Mutlu mu edilir? Yoksa mutlu edilerek mi mutlu olunur? Yahut mutlu olmak için acı çekmekten kaçmamız mı gerekir? Gibi sorulardır. Mutluluk için acıdan kaçmak yanlıştır. Bunu çok güzel bir örnekle M. Kemal Sayar şöyle açıklıyor: “İnsan hayatta zorluklara karşı esneklik melekesini geliştirmeli. Fırtına yemiş ağaçlar köklerini toprağa daha derin salarlar ve toprağa daha sağlam tutunurlar. Fırtına yemek bir şey değildir. Önemli olan kökleri toprağa sağlam bırakabilmek, salabilmektir. Bambu ağacı esneklik ve dayanıklılık için çok güzel bir örnektir. Bambu kolay kolay kırılmaz, hep tazedir. Aslında narindir ama kolay kolay rüzgârlarla, fırtınalarla yıkılmaz. Bambu gibi esnek olmayı bilmemiz lazım. Rüzgârları karşılamayı bileceğiz, yıkılmayacağız.”
Eskilerimiz mutluluk kavramından ziyade bahtiyar kelimesini kullanırlardı. Asıl mesele mutlu olmak değil bahtiyar olabilmektedir. Bahtiyar olmak yani bahtı ile barışık olmaktır. Safiye Erol’ un daha açık ve güzel ifadesiyle “nasip hoşnutluğu” dur. Mutluluğun insanların elde etmesi gereken bir hak olarak algılanması, insanların mutlu olmak için çaba sarf etmesine, elinden gelen her şeyi yapmasına hatta bireyin, onu elde etmek için ahlak dışı eylemlere yönelmesine neden olabilmektedir. Aşırı kontrollü bir yaşam, kontrolsüz bir mutsuzluk biriktirir. Mutluluğa ulaşmayı bir hırs haline getirmemeli ve sürekli bu duyguyu yaşamak için gereksiz çaba sarf edilmemelidir. Sadece hayatta karşımıza çıkan zorluklara karşı sağlam bir duruş sergilemek ya da bambu gibi esnek olarak bir yol deneyip olmayınca vardır elbet başka bir yolu deyip yeni çözüm yolları düşünülmelidir. Zaten sürekli bir mutluluk durumu mutluluğu önemsiz kılardı. Her şey zıddıyla kaim olduğu gibi mutluluk da öyledir. Bizim rahatlayıp o duyguyu yaşayabilmemizin asıl sebebi muhakkak beraberinde karşılaştığımız zorluktur. Bu yüzden yeni bir zorlukla karşılaştığımızda şunu unutmayalım ki her zorluk bir mutluluğun habercisidir.



