
Güneş kötü bir gün için doğmuştu. Ben ise her şeyden habersiz arkadaşlarımla oynamak için dışarı çıkmıştım. Her zamankinden farksız bugünde evcilik oynanıyordu. Herkes bu oyundaki görevini bilirdi. Bizim üst komşunun kızı olan Aylin, yirmi yaşında bir doktordu. Siz bakmayın, biz o günlerde sınav, tıp fakültesi gibi kavramlardan bir haber olduğumuz için Tıp fakültesini iki yılda bitiren bir Aylin, hep kurtarıcı doktor rolünü üstlenirdi. Evi, iki yan binada olan Berna ise, grupta kimse erkek rolünde olmak istemediğinden evin babasını oynuyordu. Ben de tahmin edersiniz ki bu durumda evin annesi oluyordum. Roller yine bildiğimiz gibiydi, o zaman bugün neden güneş kötü bir güne doğmuştu… Güneşin belki de doğmasından ziyade batmasıydı bugünü diğer günlerden ayıran ve günün ‘kötü’ olarak anılmasın neden olan. Akşam oldu, yemekler yenildikten sonra herkes odasına çekildi. Daha doğrusu babam maç izlemek için salona giderken, annem de beni uyumam için hazırlıyordu. En sevdiğim pijamalarımı giymiştim. Annem saçımı taradı ve beni uyutmaya çalıştı ancak uyumayı hiç sevmeyen bir çocuktum ki o günde uyumamak için direndim. Annemden bir kaçı sıyrılıp hemen kendimi babamın kucağına attım; oysa nerden bilebilirdim ki olayların böylesine farklı bir hal alacağını. Uyumak istemediğimi filan anlatırken, televizyona baktım ve maç skorunun kötüye gittiğini fark ettim, babam ise ondan dolayı sinirli olacak ki anneme ‘çocuk niye uyumadı’ diye bağırmaya başladı, olaylar birden farklı bir hal alıyordu. Babam odamdaki sehpaya bir tekme attı, bu sırada bağırmaya da devam ediyordu. Artık anneme ne söylediyse çok üzgündü hatta sanırsam ağlıyordu. Hem annemi, hem de babamı ilk defa böyle görmüştüm. Evde herkes benim hüngür hüngür ağlamamdan olacak ki odalardan çıktı, birden bire bana çizgi film açtılar ama ben çizgi filimden ziyade anneme bakıyordum. Gün nasıl bitti, ben ne zaman uyudum onların hiçbirini hatırlamıyordum. Sabah kalkınca sürekli annemin peşinde gezip duruyordum, sanki kendimi ona affettirmek ister gibiydim oysaki annem bana hiç kızmamıştı ki ama ben yine de kendimi suçlu hissediyordum. Sabah neler oldu, babamın işten gelme saatine kadar evde ne yaptık hatırlamıyorum ancak babamın gelmesine yakın bizim mutfakta olduğumuz hatırımda kalan nadir şeylerden. Normalde babamın işten geldiği saatlerde hemen kapıya koşarak babama sarılırdım, saate baktım ve işte saat 16.00 olmuştu. Bizim arabanın sesini de duyduğuma göre babam geliyordu. O sırada ben de içimden diyorum ki ‘Şimdi babam elinde çiçekle gelecek ve barışacaklar.’ Hatta bütün gün bunun umuduyla beklemişim. Ben bunları düşünürken babam eve geldi, ne bir özür ne de bir çiçek yoktu elinde bir tek ekmek poşeti ile mutfağa gelip onları bırakıp gitti. Ondan sonra neler oldu, hiç biri aklımda değildi. Üstünden yıllar geçse de hâlâ tek bildiğim, aklımda kalan anlar bunlardır ama sonrasına dair tahmin yürütmem gerekirse çocuk aklımla muhtemelen babamın neden çiçek almadığını filan düşünüyorumdur, bilemiyorum. Benim kahramanım nasıl böylesine gaddar olabilmişti. Bu yaşadıklarımı kimseye anlatamadım, aklıma geldikçe kendimi suçladım. Belki de o gün elinde bir çiçekle gelseydi gönlüm onu hemencecik affederdi, belki de hayatım boyunca her şeyden kendimi suçlamazdım. Bir çiçek bunların hepsini yapabilirdi ama babam soldurdu bütün çiçekleri, aynı benim içimdeki sevgiyi soldurduğu gibi yok etti.