KitaplıkSayı 22

Müderris ve Virtüöz

Bedriye AKGÜN | RİZE Sosyal Bilimler Lisesi, 11-B

Tarihi kurmacalar, insanlık hikâyelerini geçmişin sayfalarından günümüze taşıyan bir köprüdür. Bu köprü, zamanın akışını durdurur ve okuru farklı zaman dilimlerine, farklı kültürlere ve farklı insanların yaşamlarına doğru bir yolculuğa çıkarır. Bir romanın sayfaları arasında kaybolurken, okur geçmişin tozlu sokaklarında dolaşır ve tarihi figürlerin gözlerinden dünyayı görür. Bu, sadece bilgi edinmekle kalmaz, aynı zamanda duygusal bir deneyim yaşatır. Tarih, insanlığın zaferlerini ve trajedilerini ortaya koyarken, edebiyat bunları yumuşatır, insan ruhuna ulaşır. Değerli bir öğretmenimin bir derste söylediği ve gün içinde uzun uzun düşünmeye vaktimin olduğu, fazlasıyla aklıma takılan bir söz var: “Diş doktoru dişimizi çekmeden önce dişimize vurduğu şey edebiyattır.” Bu sözü tarih açısından düşündüğümüzde, doktoru tarih olarak, dişimizi ise tarihteki trajediler olarak değerlendirebiliriz. Yani, edebiyat tarihteki trajedileri yumuşatıp acıyı daha katlanılabilir hale getirir. Edebiyat, tarihin keskin ve zorlayıcı gerçekliklerini törpüleyerek, okuru geçmişin derinliklerine çekip ona duygusal bir deneyim yaşatır. Bu bağlamda, edebiyatın tarihle olan bu etkileşimini somut bir şekilde gözler önüne seren eserlerden biri de Selçuk Orhan’ın ‘Müderris ve Virtüöz’ adlı romanıdır.

Selçuk Orhan’ın kaleminden çıkan “Müderris ve Virtüöz”, tarihi kurmacanın büyüsünü ustalıkla kullanarak, adeta bir zaman makinesi işlevi görüyor ve okurunu 19. yüzyıl Osmanlı İstanbul’unun sokaklarında gezintiye çıkarıyor. Yazarın özenle işlediği kurgu, okuru sadece tarihi bir atmosferin içine değil, o atmosferin her detayında adeta bir gözlemci olarak var olmaya konuk ediyor. Bu misafirlik, sadece bir hikâyenin değil, zamanın derinliklerine ve karakterlerin karmaşık çevrelerine adım atmak gibidir.

Kitap, 1847 yılında İstanbul’a gelen Franz Liszt’in kısa ziyaretine ve müderris Ahmet Cevdet’in şiir tamamlama sürecine odaklanır. Bu iki karakter roman boyunca hiç karşılaşmaz, bu durum okuru şaşırtırken aynı zamanda kitabın temelini oluşturur. Liszt’in ayak izlerini takip ederek batı müziğinin ezgileriyle doğunun dokusunun buluşma noktasında bulunuruz. Ancak bu buluşma, beklediğimiz gibi gerçekleşmez; romanın sayfaları arasında, Liszt’in melodik arayışlarıyla Müderris Ahmet’in şiirsel serüveni arasında paralel bir yolculuğa çıkarız. Müderris’in derin düşünceleri ile Virtüöz’ün sanat anlayışı birbirine uzak gibi görünse de, aslında iç içe geçmiş olduğunu görürüz. Yazarın kaleminden akan bu derinlik, okuru sadece bir hikâyenin ötesine taşır; aynı zamanda insanlığın evrensel sorgulamalarına da daldırır.

Orhan, batı kültüründe müziğin derin tartışmalarından bir sayfa sonra İslam dininin musikiye bakışını ele alıyor. İnsan ilişkileri, toplumdaki cinsiyet rolleri ve günlük yaşam gibi pek çok başlık hem doğu hem de batı perspektifinden inceleniyor. Örneğin, “Burası dünyanın en kalabalık kentlerinden biriydi ama eşdeğer ölçüde sessizdi. Ara sıra bir satıcının narası, uzak sokaklardan akorsuz bir keman iniltisi gibi çınlıyordu. Liszt’in kahvehane olduğunu tahmin ettiği, tenteli birkaç yapının yakınından geçtiler; sadece birinin önünde, elinde tespihiyle oturan bir adam seçebildi. Anlatılanlar doğruydu; kentin sokaklarında köpeklerin sayısı kadınlardan fazlaydı…” (s.53) Bu alıntı, Liszt gibi bir batılının İstanbul’a ayak basmasıyla, batının modernite ve düzeni ile doğunun geleneksel yapısı arasındaki çatışmanın bir yansıması olarak düşünülebilir. Liszt, İstanbul’un sokaklarında dolaşırken, batılı bir ziyaretçi olarak doğuyu daha yakından tanımaya başlar ve bu deneyim, doğu-batı kültürel etkileşiminin karmaşıklığını vurgular. İstanbul’un sessiz sokakları, kadınların kamusal alandan dışlanmasının bir sembolü haline gelirken, başıboş köpeklerin artışı ise şehrin toplumsal düzensizliğini simgeler. Bu durum, sadece bir toplumsal sorunun ötesinde, doğu ve batı kültürlerinin kadın hakları ve cinsiyet eşitliği konusundaki farklı yaklaşımlarının da bir yansıması olarak ele alınabilir.

Diğer taraftan, Ahmet Cevdet’in düşünceleri ve gözlemleri okura içsel bir sorgulama sunar: “Ayak parmaklarını yere çakılı bir çiviye dayayıp dönüşlerini sağlamlaştırmak için yıllarca temrin ederlerdi. Hâlbuki böyle bir ibadet hiçbir kitapta emredilmemişti. İnsanın kendi kendine icat ettiği bir uğraşla Rabbine yakınlaşmaya çalışmasına Ahmet’in tam olarak aklı yatmıyordu aslında… nihayetinde bir eserin müellifi olmak için göz nuru dökmek, bir ibadethanenin inşaatına tuğla taşımak, bir çocuğun bitini ayıklamak da emredilmemiş ibadetler değil miydi?” (s.172) Ahmet Cevdet’in bu alıntıda dile getirdiği düşünceler, insanların kendi yarattıkları ritüeller ve ibadetlerle manevi bir bağ kurma çabasına yönelik bir eleştiriyi yansıtır. Ancak aynı zamanda bu icatların günlük yaşamın çeşitli uğraşlarıyla benzer olduğunu ve bu çabaların da ibadet gibi değerlendirilebileceğini kabul eder. Bu karmaşık düşünceler, okura manevi pratiklerin bireyselliğini ve toplumsal farklarını gösterir.

Selçuk Orhan’ın dil ve anlatımı, okuru adeta o dönemin içine çeker. Romanı okurken, İstanbul’un tozlu sokaklarında adım adım gezinirken, dönemin nefesini ensemizde hisseder gibiyiz. Her bölümün ardından hissedilen derinlik, geçmişin atmosferini canlandırır gibi etkileyicidir. Karakterlerin arasına dalarken, Orhan’ın edebi yeteneği karşısında hayranlık duymamak elde değil.

“Müderris ve Virtüöz”, sadece bir roman değil; aynı zamanda farklı disiplinler arasında gezinen, okuru tarih ve kültür hakkında düşünmeye sevk eden bir eser. Tarihsel detayların yanı sıra, insan doğasının evrensel sorgulamalarına da ışık tutar. Yazar, karakterlerin iç dünyalarındaki çatışmaları ve yaşadıkları karmaşık ilişkileri ustalıkla işleyerek okuru derin düşüncelere iter.

Tarihi roman bağlamında Orhan’ın bu yapıtı, okurları 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’na götürürken tarihle edebiyatın kesişiminde keyifli bir yolculuğa davet ediyor. Doğu ve batı arasındaki bu ince çatışma, edebi bir estetik içerisinde okura yeni perspektifler sunar. “Müderris ve Virtüöz”, sadece geçmişi anlatmakla kalmaz, aynı zamanda insanlığın evrensel sorunlarına ışık tutar.

Sonuç olarak, “Müderris ve Virtüöz”, tarihle hayal gücünün ustaca birleşimini sunar. Liszt’in batı müziğiyle Ahmet’in doğu şiirselliği arasında kurulan bu köprü, farklı kültürlerin ve disiplinlerin harmanlanmasını gösterir. Bu eser, doğu-batı arasındaki karşıtlıkları sadece bir çatışma değil, aynı zamanda bir arayış ve anlayış süreci olarak ele alır. İki farklı dünyadan gelen bu karakterlerin yolları kesişmese de, onların düşünceleri okur nezdinde birleşir ve bu birleşim, okuru insanlığın ortak meselelerine dair derin bir sorgulamaya yöneltir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu