
Görme ve duymalara boyut katan, usta işi yapıtlarla çıkılan bir yolculuktur edebiyat. Hangimiz çıktığımız yolculuktan aynı kişi olarak geri döneriz ki? Sözgelimi Hemigway’in Yaşlı Adam ve Deniz’i bir balıkçının hikâyesinden fazlasını anlatır bize. Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler’ini okuduğumuzda kurmacayla gerçeklik arasındaki o ince çizginin ayırdına varmak gibi bu. İşte Koleksiyoncu da “tutkulu bir aşığın” ya da “kaçırılıp bir mahzene kapatılmış kızın” hikâyesinden fazlasıdır
Koleksiyoncu, Aslı Erdoğan’ın Taş Bina öyküsünde: “İçeride gece gündüz ışık yanar, çiğ, insafsız ışığın altında her şey, herkes kendi gölgesine eşitlenir.” dediği bir yere çağırır bizi. İnsanın etrafındaki onca kayboluşa eli kolu bağlı bakmasının tarihini sorgular. Kaybettiklerimiz için “Bir zamanlar birini sevmiştim. Gözlerini bende bırakıp gitti. Bırakacak başka kimsesi olmadığı için.” derken hayatımız boyunca taşıdığımız izlerin aslında hiç silinmediğini, her ne kadar bakışlarımızı kaçırsak da onların hep bize yakın bir yerde olduğunu, fark ederiz. Taş binaya öyle yakınmışız ki meğer, yaşam boyu duvarlarını biz örüyormuşuz; yüzleşmekten kaçtığımız korkularla, söyleyemediğimiz sözlerle, sevginin ya da nefretin zehirli tohumlarını taşıyarak…
“Kimse bana ‘Herkes sevdiğini öldürür’ dememişti ki!”
(Aslı Erdoğan, Taş Bina)
Öyle miydi gerçekten, kimse bunu bize söylememiş miydi? Birine bağlanırken ya da herhangi bir nedenle birini kendimize bağlarken bunu mu yapıyorduk? Blaise Paskal bu nedenle mi kimseye bağlanmak istemez?
“Bana bağlanmak doğru olmaz… Kendilerinde böyle bir istek uyandırdığım kişileri kandırmış olurum; çünkü ben kimsenin sonu değilim ve bu insanları tatmin edecek bir şeyim yok. Ölmeye hazır değimliyim? Ve böylece onların bağlılıklarının nesnesi de ölecek. Eğer kendimi sevdiriyorsam ve insanları bana bağlanmaya teşvik ediyorsam suçluyum.”
(Pascal)
Haklıdır belki de.
Michel Scheider sıra dışı yaşam ve ölümleri anlattığı Hayali Ölümler’inde: “Söylenmeyen sözler, karara bağlanmayan düşünceler yüzünden ölünmez mi?” diye sorar. Paskal söyleyemediği şeylerle mi zehirlenmişti acaba ya da kararsızlıklarıyla mı? Bilemiyoruz. Ancak öldüğünde cebinden “asla yalnız ölünmez” yazan bir kâğıt çıkmıştır. Demek ki tüm kaçışlarına rağmen bağlanmak istemediği her şeyin ağırlığını son nefesine kadar hissederek öldü. Öyleyse gerçekten ‘yalnız’ ölünmüyor.
Oysa Koleksiyoncu’nun genç ve güzel kahramanı Miranda’yı daha trajik bir ölüm bekler.
Ama öncesinde John Fowles kimdir? Nasıl bir yazardır kısaca onu konuşalım.
Iris Murdoch: “İnsanların saplantıları, tutkuları ve kabul edemedikleri korkuları vardır.” der ve şöyle devam eder: “Her karakter ilginçtir ve aşırılıklar barındırır. Herkesin bu farklılıklarını ortaya çıkarmaksa romancılara özgü bir ayrıcalıktır.” Demek ki yazmak insana birtakım ayrıcalıklar sağlıyor.
Fowles, Zaman Tüneli adlı denemelerinden oluşma kitabında: “Aslında romancı olmayı hiç istemedim.” der. Roman onda kurgulanmış yavan bir eğlendiricilik, uydurma bir izlenim bırakır. Asıl isteğinin (sırasıyla) şiir, felsefe ve ancak ondan sonra roman yazmak olduğunu söyler. Yazıyla olan ilişkisini de yaşadığı toplumu değiştirmek, başka yaşamları etkilemek olarak görür. Yalnız bu seçimi yapmak da öyle sanıldığı gibi kolay olmamıştır. Yazmayı seçmek diğer tüm işlerini bırakmak anlamına gelir ona göre. Bir çeşit kendini feda etmektir ve sonucu önceden kestirilemez bir fedakârlıktır bu. Yazar olarak bu dünyada geçinmek, diğer her işe sırt çevirmenin yanında size bıyık altından gülenleri mahcup etmeyi, onların alaycı tebessümlerini haksız çıkarmayı da gerektirir. Fowles yazdıklarıyla yalnız bunları yapmakla kalmamış bütün dünyada Koleksiyoncu, Fransız Teğmenin Kadını ve Büyücü gibi romanlarıyla saygın bir yer edinmiştir kendine.
Çürüyen bir toplumda, sanat doğru sözlüyse, çürümeyi de yansıtmak zorundadır. Ve toplumsal görevinden kaçmadığı sürece, sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir. Bunu yapabilecek tek kaynak sanattır, edebiyattır. Hiçbir politik ideal bunu gerçekleştiremez.
(Ernest Fischer, Sanatın Gerekliliği)
Evet, şimdi Miranda Grey’den dolayısıyla sıradanlığın kötülüğünden söz edebiliriz.
Ben bu romanı Feminist Eleştiri Kuramı’na göre inceleme konusu yamayacağım. Zaten Fowles kendisi bir feminist olduğu için romanın odağında koyduğu Frederick Clegg yani Caliban karakterini bu açıdan yeterince eleştirmiş.
Miranda ve Caliban, isimlerini Fowles’ın gönderme yaptığı Shakespeare’in ünlü oyunu Fırtına’dan alır. Roman 1960’ların İngiltere’sinde bir kır evinde geçer. Roman iki bölümden oluşuyor, birinci bölümün anlatıcısı Caliban ikinci bölümde geçenleri ise Miranda’nın tuttuğu defterden öğreniyoruz.
Caliban orta alt sınıf bir İngiliz’dir düşünme becerisi günlük şeyler üzerinedir. Miranda ise entelektüel bir sanat öğrencisi olarak özgürleşebileceği bir dil keşfetmiştir kendine. Resim sanatının dili.
Evet, Kelebek koleksiyoncusu Frederick Cleeg’e yani Caliban’a bir gün lotodan büyük bir para çıkar. O güne kadar uzaktan uzağa beğendiği ama yanına yaklaşmaya cesaret edemediği Miranda Grey’ i deyim yerindeyse koleksiyonuna katmaya karar verir.
Miranda: “Sıra sıra kelebekler arasındaki bir örnekten başka bir şey değilim. Hizayı bozduğum zaman bana kin besliyor. Ölü olmam gerekiyor; iğnelenmiş, hiç değişmeyen, sürekli güzel.”
Caliban: “Asla gazeteleri okumasına izin vermedim. Asla radyo dinletmedim, televizyon seyretmedim. Gelmesinden çok önce, bir gün elime Gestapo’nun Sırları başlıklı bir kitap geçmişti; tutsakların katlanmak zorunda oldukları ilk şey dışarıyla bağlarının kesilmesiydi. Bu onların yıkımı oluyordu.”
İşte, Caliban’ın yaptıkları bir hayvanı evcilleştirmek için insanın yapacağı türden jestlerdir; bodrum katını Miranda’nın hoşlanacağı nesnelerle (plaklar, giysiler, resim malzemeleri, kitaplar) doldurmak gibi. Caliban, kültürel olarak alttadır ama kaba kuvvet onun elindedir. Miranda ise bir entelektüeldir ama sahip olduğu bilgi onu kurtarmaya yetmez.
Caliban son derece ince bir plan yapmış, genç kızı kaçırmış ve lotodan çıkan parayla aldığı kır evinin özel olarak düzenlediği bodrumuna kapatmıştır. Amacı Miranda’nın bir gün kendisin âşık olmasını sağlamaktır. Yalnız işler düşündüğü gibi gitmez. Miranda hastalanır ve Caliban onu hastaneye götürmeyerek bir anlamda ölümüne neden olur. Vicdanıyla baş başa kalan Caliban, Miranda’nın yazdıklarını okuyup da onun kendisini hiçbir zaman sevmediğini, hatta bir “insan” gibi görmediğini anlayınca vicdan azabı çekmekten kurtulur; üstelik yeni bir avın peşine düşmeye karar vererek yoluna devam eder.
Nurdan Gürbilek’in deyimiyle “İlk bakışta değil son bakışta aşktır bu.” Kültür endüstrisi içinde her şey çok çabuk tüketildiği için geleneğin yok edildiği bu aura’sız çağda sevilen şeye son kez bakılmaktadır.
Caliban için Miranda öylesine “öteki”dir ki yaptığının korkunç bir cürüm olduğunu fark etmez, yakaladığı kelebeği iğneyle öldürüp koleksiyonuna katarken hissettiğinden fazlasını hissetmez. Burada Caliban kitleyi ve kitlenin ötekine bakışını temsil eder? Evet, aynılaşmış, birörnek kitle kendisi gibi olmayana karşı açık bir cürüm işliyor.
Beğenilerimiz başkalarının beğenileriyle uyuşmayınca canımız sıkılıyor. Herkesin sevdiğini sevmeyince, herkesin kınadığını kınamayınca içimiz rahat etmiyor. Herkesin üzüldüğüne üzülmek herkesin alkışladığını alkışlamak üzere kurulmuşuz sanki. Bakarken başkalarının gözünü ödünç alıyor, işitirken kulak dolgunluğuyla işitiyoruz. Oturuştan kalkışa, giyinmeden soyunmaya, eğlenmeden dinlenmeye – herkes başkalarını örnek alıyor. Böylesi bir denetimin gevşediği zamanlarda hoşlandıklarımızdan utanıyoruz.
(Nermi Uygur-Yaşama Felsefesi)
Kültür endüstrisi kavramıyla karşı karşıya olduğumuzdan beri insanlar bireyliklerini yitiren, duygu ve düşünceden yoksun otonom tüketicilere dönüştü. Pazarlama ve dağıtım ağının uç noktası olan kitle; deneyim, bellek ve hatıra gibi geçmişte değerli görülen pek çok niteliği kaybetmiştir. Birörnek bir toplum kendinden farklı bir birey gördüğünde onu merak eder, inceler. Sonra da tüm ayrıksı tutumlarını törpülemeye girişir.
Hannah Arent buna Kötülüğün Sıradanlığı diyor. Sıradan bir insan büyük bir çarkın küçük bir dişlisi gibidir o yalnızca yüklendiği görevi yerine getirir. Asla sorgulamaz, yaptığı şeyin neye mal olduğun bilmez, bilmek istemez. Şimdi Caliban karakterini daha iyi anlıyoruz. Onu var eden bir gelenek yok; o, kitle kültürünün ürettiği sıradan bir insan. Miranda Grey ise sesini bile duyuramadan kaybolup gidiyor. Korkunç olanı ise sıradanlığın kötülüğü Miranda’nın benzerlerini koleksiyonunun bir parçası yapıyor.