DenemeSayı 21

Okuryazar ile Okur Ayırımı

Nisa ATAMAN | RİZE Sosyal Bilimler Lisesi, 11-C

Okuryazar olmak duyu organlarıyla, okur olmak ise zihinle yapılan eylemlerdir bana göre. İnteraktiviteyi, dünyanın büyük çoğunluğunun yaptığı gibi, okuma eyleminin dışında tutarak okur olunmaz. Bundandır ki okurken akıp giden metinler bana, iki cümlede bir tekrar okumamı gerektirecek metinler kadar zevk vermez çoğu zaman. Herkes gözüyle görür, elleriyle tutabilir bir metni. Okur ve okuryazar arasındaki fark da tam olarak bu noktadan çıkar. Okur insanlar doğayı gözlemleyerek zihinlerinin sınırlarını zorlamış, çevrelerindeki niceliklerden yola çıkarak yapıtlar oluşturabilmiş, ilk yazılı eserleri oluşturmuş; insanlığın üst bilinç oluşturmasını, zincirleme şekilde okuryazarlık denen terimin ortaya çıkmasını sağlamış ve bugün bu terimlerin farkını tartışabilmemize önayak olmuşlardır. Oysa o dönemde de okuryazar insanlar vardı fakat biz bugün okuryazar insanlardan ziyade okur insanların önemini konuşuyorsak bu şüphesiz okur insanların okuryazarlığı ve interaktiviteyi sentezlemesi sayesindedir.

Bir lise öğrencisi olarak kendimi gördüğüm nokta bundan dört beş yıl önce gördüğüm noktadan hatırı sayılır derecede uzak. Fizyolojik olarak değişmenin yanı sıra bilişsel olarak gelişmek, bazı akranlarım için endişe verici, bazıları için ise heyecan uyandırıcı olabilir. Kendimi kategorize edeceksem heyecan duyduğumu belirtmem gerekir. Olaylara çok yönlü bakabilmek ve geçmişte olsa vereceğimden farklı cevaplar verebilmek, sıkıştırılmış evrim olarak nitelendirebileceğim gelişme çağının getirilerinden biri olsa gerek. Özellikle farklı sosyal bilim alanlarında temel olarak adlandırılabilecek giriş derslerini görüyor olmak kendimi Türkiye geneli lise öğrencileriyle karşılaştırdığımda daha donanımlı bir noktaya koyabilmeme izin veriyor. Özellikle hukuk ve siyaset alanında diploma alacak tüm öğrencilerin de okulumuzda olduğu gibi bu tarz sosyal bilim bazlı derslerden mahrum kalmaması gerektiğini düşünüyorum. Benim için lise tam şu anda olmam gereken ve olduğum noktadadır. Önceliklerimi belirlemek, hangi fikrin benim, hangi fikrin toplumun olduğunun ayrımını yapabilmek ve bunu düşünce sistemimle temellendirmek, bu çağlarda yapılmazsa insan ömrünün geri kalanında eksik hissedilecek aşamalardır. Önümde herhangi bir engel olduğunu düşünmüyor olmakla beraber engellerin de insan zihninin prangalarından ibaret olduğunu savunurum genelde. Düşünmeyi öğrenmek kapsamında, düşünce alanında insanlığa çağ ilerlettirmiş insanlardan başkalarından da medet umduğum yok zaten. Kendimi, kendini ilkelerinden soyutlayarak ilke edinmeyi başarabilmiş insanlardan Schopenhauer’ın en benimsediğim sözündeki gibi bir durumda bulmamak için, düşünceye ve düşüncenin önemine adamıştım zamanında. “Doğumundan 5 dakika sonra ismine, dinine, milletine ve mezhebine karar verirler. Ve sen ömrünün geri kalanını seçmediğin şeyleri savunarak geçirirsin.”

Kumaşımın dokunması ailemin tezgahında başlamıştır bana göre. Zamanında ebeveynlerimin çevreyle irtibatından kopyalayarak kendi kumaşımı taşımaya başlamışımdır. O kumaşın şekli, dikimi, kesimi değişmiş olabilir pek tabii. Fakat o ipleri istediğiniz kadar çözün, dikişlerini sökün, o kumaşa ilk kez davranıldığından farklı davranmaya çalışın. Herhangi biri sonradan büyüteçle incelediğinde, iğnenin açtığı delikleri, boyanın sonradan işlenemediği iplikleri görür. Bu yüzden biraz da şans meselesidir, orijinal dokunuzdan ne kadar uzaklaşabileceğiniz, çünkü kumaşınızın ilk dokunmaya başlandığı yer karar verir en başta; boyanın ne kadar kalıcı olacağına, iğnenin ne kadar derin delikler açacağına, dikişlerin ne kadar sıkı sıkıya tutunan biçimde birbirine bağlanacağına, değiştirmek istediğinizde ancak yırtarak ve zarar vererek değiştirebileceğinize. Kendimi bahtiyar sayıyorum ki hayat yolculuğum boyunca dikişlerimin ne kadar sıkı olacağına karışmak isteyen insanlarla karşılaşmadım. Ya da karşılaştım da en başta beni dokuyan insanların bile erişmediği, karışmadığı benliğime müdahale edilmesine izin vermedim.

Kendimi pek fazla romana kaptırabilen birisi değilimdir çoğu zaman. Didaktik metinler bana daha çok fayda sağlıyormuş gibi hissederim. Belki de başkasının kurgusuna girmek bana birtakım güvensizlikler veriyordur çoğu zaman. Bir başkasının kurgusu; bir başkasının sevinçleri, bir başkasının korkuları ve bir başkasının agresyonudur çünkü. Somut olarak adlandırabileceğim hayatımın çoğunda, kendimi çok kolay soyutlayarak yorum yapabilsem, bu yüzden çoğu zaman gerçekten savunduğum bir fikrim yokmuş gibi hissetsem bile, iş romanlara gelince bir alterime sıkışıp kalırım ve karakter benim uygun görmediğim şekilde davranınca sinirlenirim, hevesim kaçar. Belki de daha kendimi romandan soyutlamayı başarabileceğim duruma getirememişimdir, belki daha çok roman okumam gerekir, belki de roman okurken tarafsız olmamı engelleyen faktörleri çözümleyemememden kaynaklanır romanı içselleştirip, çıkarımlarda bulunamamam.

Bir duyguyu en yoğun şekilde Edgar Ellen Poe’nun “A Dream Within a Dream” şiirinde hissettiğimi anımsıyorum. Bu şiiri ilk okuduğum zamanlar çok da fazla şiir okuyan biri değildim. Sekizinci sınıfın yaz tatili olsa gerek. Şiirler o zamandan önce, 29 Ekim gösterilerinde, 10 Kasım dinletilerinde okuduğumuz birkaç cümleden farksızdı. Bu şiiri ilk okuduğum zaman ise biliş düzeyinde bir histen çok sezgisel şeyler hissettiğimi söylemeliyim. Zihnimde bir tablodan çok renk paleti oluşmuş gibiydi, yol gösterici, tanımlayıcı, ama bir o kadar da uzak öğretilerden, sezgilerle yazılmış, bu yüzden sezgilerle anlaşılması çok daha kolay olan türden. Hâlâ en sevdiğim şairlerdendir Edgar Ellen Poe. Orijinal dili olan İngilizce haliyle okumak tabii ki çok daha fazla zevk veriyor bana belirtmem gerekirse. Günlük hayattan o kadar uzak, o kadar içsel ama aynı anda kişiselleştirmeye izin veren. Hala bana bu şiir gibi hissettirecek şiirler ararım hatta. Benim için bir şiirin ne kadar etkileyici olup olmadığının ölçütü de bu şiirdir. Belki de kişisel alanıma girmeyi bu denli başarmış, bu denli benim bile var olduğunu unuttuğum sezgilerimi gün yüzüne çıkarmış olduğu içindir. Belki de yanlıştır bu şiiri bu kadar idealleştirmiş olmam. Ama günün sonunda bu kadar idealleştirmenin bana yanlış olduğunu öğretmeyi başaracaksa sezgilerimle, bu yüzden de çok ideal değil midir aynı zamanda?

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu