
Doğan Hızlan, “Karalama Defteri”nde Cemal Süreya’ya soruyordu. Oradan tazeleme ile 12.sınıfların şiirlerini genişletmek için imgelerle yalpalayıp ilerliyorum. Hep kendi içimde tekrar ediyorum, hiçbir sınıfta seslendirmiyorum: “Sizin hiç babanız öldü mü?/ Benim bir kere öldü, kör oldum./ Yıkadılar, aldılar, götürdüler./ Babamdan ummazdım bunu, kör oldum./ Siz hiç hamama gittiniz mi?/ Ben gittim, lambanın biri söndü./ Gözümün biri söndü, kör oldum. / Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak. / Şöylelemesine maviydi, kör oldum./ Taşlara gelince, hamam taşlarına/ Taşlar pırıl pırıldı, ayna gibiydi./ Taşlarda yüzümün yarısını gördüm. / Bir şey gibiydi, bir şey gibi kötü/ Yüzümden ummazdım bunu, kör oldum./ Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?” Geçenlerde aynaya bakmıştım, sınıfa da öyle gitmiştim ve aynada kaç iz bırakmışımdır diye epey cümle aramıştım.
Ardından başlıklarla bir ders dedim sevgili gençler! Size “gülün ortasından ağlayan” şairimiz Cemal Süreya’dan bahsedeceğim. Ardından onun mısraının sonrasında sizden gelecek mısra ve satırlarla her şey düzelecek sanki. Edip Cansever’den “denizyıldızları”nı parlatmıştınız kendinizce, nedensiz mutluluğa sayfalarca yeniden bakabilmiştiniz.
Cemal Süreya, şair denen kişinin, dünyaya dil içinden bakan ancak her şeyle de beslenen biri olduğunu söylüyordu. Şiir; dilin, kültürün köpüğüdür onun düşüncesinde. Beslendiğimiz şeyler bizi koşullar, diyerek şiirini Batı şiiri ile eski şiirimiz arasındaki çelişki olarak nitelendiriyor. Yani onun şiiri tamamlanmamış bir şiirmiş ona göre. Yeni bir şey mi getirdiniz şiire sorusuna ise zaten 1940’ta şiir, Garipçilerle sıfır noktasına gelmişti cevabını veriyor. Orhan Veli için de “şiire kasket giydiren” ifadesini kullanmıştı. “Anlatamıyorum” şiirini kesinlikle yazma defterine alıyoruz arkadaşlar ve ezberliyoruz. Çünkü her şeyi anlatıyor, hatırlatıyor, tekrarlıyor ve çağrıştırıyor anlatamamaya dair. Hatırlatmamdan sonra Cemal Süreya’ya devam edelim. Bizim şiirimiz Birinci Yeniciler’in yanında belki çeşitli yönsemelerle bir derinleşme olanağı aramış olabilir, diyor. Papirüs dergisi, Yeditepe Şiir Ödülü, ilk kitap Üvercinka, Şapkam Dolu Çiçekle adlı deneme kitabı Cemal Süreya’yla hemen yan yana gelen öbekler. 1937’de annesi ölüyor, 1944’te Dostoyevski’yi okuyor, o gün bugün huzuru olmuyor. Biyografim bundan ibaret, diyor. Şiiri bir yerde gülermiş, bir yerde ağlarmış ona göre. Şiir çevirmeni şair, çevirdiği şiirin de illa imgeler esinletebileceğini belirtirken aynı zamanda her çevrilen şiirin, şairin olanaklarını da harcadığını söylüyor. İmge, neyi kastediyorsak, o şey neyse ona/o şeye olabildiğince yakınlaştırabilme işidir. Buna benzer cümlesi vardı imge hakkında, hatırlayalım. İnsana, hayata dilin içinden yaklaşmaya çalışır şiir. Kendi şiirine yaklaşabilmemiz için Süreya birkaç uç öneriyor bize. Üvercinka, Uçurumda Açan… Hayatta ne arıyorum sorusunu kendisine sorduğunda cevap olarak “şefkat” diyordu galiba. Evet, hepimiz arıyoruz. Uzaklaşırken aradıklarımızdan bizi şiir yakınlaştıracak o kurmak istediğimiz hayale, imgeye. Değil mi?
Ben parça parça birkaç mısra bırakayım tahtaya, siz oradan yakınsa uzağa; uzaksa yakınlara gitmeye çalışın biraz. Kâğıtlarınız bembeyaz, bunu biliyorum. Bir kalem yeter bence. Şiir neden var zaten? Şiir var zaten. Coştuğumuz, üzüldüğümüz, gülümsediğimiz, hayal ile hakikat arasındaki çelişkide durup her gün farklı yollar bulabildiğimiz, sayısız pencereleri hiç aşınmayan evlere doğru.
“…Gülün tam ortasında ağlıyorum/…Ben istasyonu bulamayan bir adamım”
“Hayat kısa kuşlar uçuyor. Kuşlar toplanmış, göçüyorlar. Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”
12. sınıflardan çıkmışım ben, aşağılara iniyorum. Acaba ne yazacaklar? Bana güzelliği anlatabilir misiniz başlıklı yazdırdığım o yazıların yanına ekleyebilir miyim onları da. Ben de şairin “gömmeden önce biraz gezdirin beni” mısraıyla geziyorum sanki. Ve bitmeyen merdivenlerin her basamağında durmadan kendisine sesleniyorum: Üvercinka’nın şairinden ummazdım bunu, kör oldum.
Sadece şiirle en yakın, en derin temas uzaklara. Bu çirkinlikler belki gidecek dünyadan, kötülük elini ayağını çekecek. Belki, belki…