
Uyanmak. Durgun bakışlar ve beynin kendine tanıdığı o boş ve beş dakika. Naftalin kokulu o ağır yorganın altından çıktım. Biraz sırtımı kaşımaya çalıştım. Elim o noktaya değmedi. Ben de vazgeçtim. Ayaklarıma baktım bir süre. Onlar da benimle aynı yaştalar. Demek ki ben de onlar kadar yaşlı gözüküyorum. Aynayla pek aram yok. Yaş ve baş gereği aynayla münasebeti doğru görmüyorum. Ne de olsa kadın değilim.
Kadınların kendilerine bakmaları gerekir ama ben galiba bir kadınla bile evli değilim. Gençken ne kadar güzeldi oysa benim Ayşe’m. Seksen beş senesi bayram arifesinde, caminin önünde çocuklara su içirirken gördüm ilk onu. Yanındaki çocukları onun zannettim, içim cız etti. Evli olduğunu düşünüp yoluma devam ettim. Bayramın ilk üç günü hep o caminin oralarda dolaştım durdum, bir umut belki tekrar görürüm o köylü kızını diye. Göremedim, kafamda kurduğum zalim kocasının onu uzak memleketlere götürdüğünü düşünüp bir sigara daha yaktığım sırada koşturan çocukları gördüm. Arkalarından iki tane genç kız göründü. Gözüm hemen onu seçti. Elimdeki sigarayı fırlattım. Tamamen ona kitlenmiş bir şekilde hızlı adımlarla yürümeye başladım. İçimde tutamadığım bir hasret ve toylukla “merhaba.” Dedim. Olması gerekenden daha yumuşak ve çıkan bu kelimeden sonra komşunun oğlu Salim kolumdan tuttuğu gibi beni oradan uzaklaştırdı. Sokağı dönene kadar çırpındım. Kızların ikisi de ağa kızlarıymış. Dedim sanki ayıp bir şey mi yaptık. Ne gerek var drama yapmaya. Kimse babası isteriz büyük kızını dedim. Salim sonradan okul okudu ve senarist oldu gerçekten. O gece anamı da alıp Ayşe’mi isteme gittim. Babası evde kalmak üzere olan kızını seve seve bana verdi. Ayşe’m daha yirmi yaşında küçücük bir kızdı. Gelinliğinin içinde kaybolurdu. Üzerinden daha bir yıl geçmeden Ayşe’m evini özlemeye, kardeşleriyle refah içinde yaşamaya özlem duymaya başladı. Zeytinyağı fabrikasında çalışıyordum o zamanlar. Kıt kanaat geçindiğimiz o günlerde Ayşe’m pastanelerde, parklarda oturmak, şehir şehir gezmek istiyordu. İlk önce büyük kızım Sibel doğdu. Birbirlerine arkadaş olur, evde Ayşe’me uğraş olur diye düşünmüştüm. Sibel ağladıkça Ayşe’m bağırmaya başladı. Ayşe’m bağırdıkça ben de ona bağırmaya, stresimi onunla atmaya başladım. Ayşe sustu sonra, Sibel’i büyütmeye devam etti. Gün geçtikçe Ayşe’m solmaya, çirkinleşmeye başladı. Sibel ilk okula başladığı sene Ayşe’m perhizle on kilo verdi. Gittiği dikiş kursundan kendine elbiseler dikip köylü karılarla çarşı pazara iniyor, bir de üstüne elbiseler giyiniyordu. Kıskanmıştım, ben de genç adamdım ama her gece üstüm başım pis eve geliyordum. Üzerime sinen o yağ kıyafetlerimden, ellerimden asla gitmeyecek gibi hissediyordum. Ne zaman Ayşe’me sarılsam bana pis koktuğumu söylerdi. Çok üzüldüm ve eve dönmek istemedim. Beni istemiyorlardı. İki kadın bir olup beni hep ezdiler. Elimden paramı alıp gezmeye gittiler. Gün geçtikçe Sibel de annesine benzemeye başladı. Bu duruma daha fazla dayanamadım. Bir gece kadınlar komşuya gittiğinde oturdum ağladım. Benim onlardan ne eksiğim vardı? Tek suçum kıllı bir erkek ve baba olmak mıydı? Ben onları çok seviyordum. Sevgimin karşılığını alamamak çok üzücüydü. Girdiğim bu buhranlı dönemden kaçmaya karar verdim. Yapılabilecek en klişe şekilde evden süt almaya çıktım. Gerçekliği hissettiğimde İstanbul arabasındaydım. Gidiyordum o tarım şehrinden. Ben de babam gibi fabrika köşelerinde kötü hastalıktan ölmeyecektim.
İstanbul’da tam olarak üç yıl gezdim. Her sokağını ezberledim. Kendimde ve karımda bulamadığım huzuru orda aradım durdum. Hala içim soğumamıştı. Ellerimden zeytin karaları çıkmamış gibi hissediyordum. Bir yolu, kendimi bulmamın bir şekli olmalıydı. Sarhoş geçirdiğim günlerin birinde sahilde suya düştüm. Boğulmak üzereyken değişik sesli kadınlar beni kurtardı. Gözlerimi açtığımda kocaman kadın ayakkabıları ve payetli elbiseler giymiş erkek suratlı kadınlar vardı. Korku ve heyecanla onlara teşekkür edip yoluma devam ettim. O gece hep onları düşündüm. Güzel olmaya hatta kadın olmaya çalışıyorlardı ama olmadıklarını anlamıştım. Belki de mesele nasıl olmak istediğimiz değil, nasıl olduğumuzu bilerek elimizden gelenle mutlu olmaktı. Bazı kusurlara gözlerimizi kapatıp kocaman gülümsemekti belki de. O sabah regli olduğumu düşündüm ve deliye döndüm. Her yerde bezler, peçeteler aradım. Ne yapacağımı bilemedim. Bağırmaya, kendimi yırtmaya başladım. Kaldığım pansiyondan attılar beni. Borç istemenin, hatta ağrımı, durmadan rahatsız eden regli kanımı durdurmanın bir yolunu bulamadan arabaya koydular beni. Git buradan dediler. İstanbul’dan toplu bir çabayla kovuluyordum. Köyüne dön dediler. Dönemedim. Gittiğimde Ayşe’mi ve Sibel’i uzaktan gördüm. Ayşe beni çoktan boşamış, babasının evine gitmişti. Ağa’nın adamları beni görmeden oradan gitmeliydim. Karnım hala ağrıyordu. Şehirdeki hastaneye gittim.
O günlerde anlamadım ama beni hastaneye yatırdılar ve benim delirdiğimi söylediler. Bazen gerçekten deli olduğunu bilmek gibisi yok. Büyük bir rahatlıkla verdikleri ilaçları içtim ve bir daha regli olmadım.